Türkiye’deki tiyatro izleyicilerinin yakından tanıdığı Ebru Nihan Celkan’la tiyatro ve tiyatro dışında yoğunlaştığı ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kültürel Çeşitlilik’ başlıklarını bir araya getirdiğimiz iki bölümlük bir sohbet gerçekleştirdik.
İlk bölümde son yıllarda Almanya’da devam ettirdiği tiyatro hayatını ve Avrupa’daki tiyatro hayatının Türkiye’ye yansımasını konuştuk. İkinci bölümde ise cinsiyet kimliklerinin tiyatrodaki yeri, LGBTİQ+ ve kadın oyunlarını masaya yatırdık.
Gülin: Yaklaşık üç-dört senedir Almanya ile ilişki içerisindesin. Birkaç oyunun da sahnelendi hatta…
Ebru: Evet, Türkiye’deki ‘Benimle Gelir misin?’ oyunu orada ‘Last Park Standing’ olarak sahneleniyor şu anda.
Gülin: Almanya’ya, Berlin’e geçiş sürecin nasıl oldu?
Ebru: Gorki Theatre’ın bir projesiydi aslında ilk dahil olduğum. Dünya çapında dört ayrı ülkeden, sonra şehir dediler ona, hatta o tartışmalar da enteresan bir şekilde ilerledi. Türkiye’den Ebru yerine İstanbul’dan Ebru, İsrail’den Sivan yerine Tel Aviv’den Sivan gibi... O jargonların, tartışmaların içinde olmak da enteresan oluyor. Dolayısıyla dört oyun yazarı seçilmişti, Türkiye’den de beni davet etmişlerdi. Normalde böyle projelere biraz mesafeli bakıyorum. Çünkü ‘proje proje’ olan işler senin özgünlüğünden ziyade senden talep ettikleri üzerinden gidiyor. Yani ben de ilk başta mesafeliydim. ‘Nedir, ne değildir?’ diye düşündüm. Fakat projeyi çok güzel bir şekilde çerçevelendirmişlerdi. ‘Parça Parça Savaş’tı projenin adı. Dediler ki; “Savaş senin için neyse sen tanımlayacaksın.” Bana çok iyi geldi. Çünkü benim için savaş, o dönemde özellikle üzerine düşündüğüm şeylerden biri, bir bedenin nerede özgürce salınabildiği ve nerede özgürce salınamadığı üzerineydi. Ve benim için de şahsi savaşım, kendi bedenimin Türkiye’de nasıl bir mücadele içinde olduğunu düşünmek için iyi bir fırsat oldu. Hem bir kadın bedeni olarak hem de farklı bir cinsiyet kimliğine sahip biri olarak nasıl bakılıyor, o bakışlar nerede neye tekabül ediyor, günlük hayatta nasıl bir ‘savaş veriyorsun’, kendi kimliğini ortaya koyabilmek için… Bunun iyi bir fırsat olduğunu düşündüm. Öyle girdim projeye. Proje iki yıl sürdü. Belli aralıklarla Almanya’ya gidip bir araya geldik. Her seferinde oturup oyunu yazıyorduk. Dört oyun yazarı birbirimizin oyununu okuyup değerlendiriyorduk. Sonuçta da ‘Benimle Gelir misin?’ çıktı ortaya. Türkiye’de de prodüksiyonu yapıldı. Hala Toy İstanbul’da oynuyor. İlk okuması Berlin Gorki Theatre’da yapıldı. Hatta ilk okuması şu anda prodüksiyonu yapan Stuttgart Şehir Tiyatrosu’nda olmuştu. Orada çok güzel bir karşılık buldu oyun. Hem eleştirmenlerden hem seyircilerden çok iyi dönüşler aldı.
Gülin: Alman oyuncular ve Alman bir yönetmenle mi çalışıldı orada?
Ebru: Alman ne kadar Alman... Orada artık Alman demiyorlar. Her iki oyunun da Gorki’deki ve şu anda Stuttgat’ta oynayan oyunun yönetmenleri aslında Türkiye kökenli. Berlin’deki Hakan Savaş Mican’dı. Stuttgart’taki de Nuran David Çalış. Ancak Nuran David Çalış ile Türkçeden çok İngilizce konuşuyoruz. Nuran’ın Türkiye ile neredeyse hiç bağlantısı yok. Ama annesiyle eski Türkçe konuşuyoruz. Annesi Türkiyeli bir Ermeni. Daha geç Almanya’ya gitmiş, Nuran orada doğmuş. Oyuncular ise ağırlıklı olarak Almanya’da doğmuş, yaşayan ve çalışan oyuncular her iki oyunda da. Sonra oyun çok ilgi görünce diğer oyunlarımı da merak ettiler ve Fischer Verlag, Almanya’nın en önemli yayınevlerinden biri, onların dikkatini çekti ve dediler ki, “Biz bu oyun da dahil olmak üzere senin bütün oyunlarının temsilciliğini almak istiyoruz.” Ben de kabul ettim. Şu anda bütün haklarım Almanca konuşulan ülkelerde onlarda. Dolayısıyla oradaki yolculuk devam diyor. Bu sene Berlin’de yeni bir ‘Benimle Gelir misin?’ prodüksiyonu olur mu olmaz mı diye konuşuyoruz. Dolayısıyla Almanya serüveni böyle başladı ve devam ediyor.
Gülin: Orada olmakla burada olmak... Aynı metni farklı iki ülkede sahneliyorsunuz. Metin özelinde de konuşabiliriz ama onun dışında iki ülke arasında tiyatroya dair kültür farkı, eğitim farkı var mı, yok mu? Bu açılardan da derinleştirebilir miyiz?
Ebru: Şöyle bir şey var tabii ki, ‘Benimle Gelir misin?’ Almanya’dan bir kadınla Türkiye’den bir kadının aşkı ve arka planda Türkiye’nin beş yıllık serüveni var. Bunun çerçevesinde bir oyun. Sorduğu soruları gitmek mi kalmak mı ya da aşkın devrimi üzerinden de şekillendirebiliriz. Veya arkadaşa sadakat mi yoksa davaya sadakat mi? Tabii burayla orası arasında en büyük fark şu; burada, buranın içerisinden çıkan bir oyun olduğu için seyircinin kurduğu mesafe ve alaka farklı. Almanya’da bu oyuna ve bu konulara duyulan ilgi, bağlam farklı. Dolayısıyla sorular ve oyunla ilişkilenme biçimi farklı oluyor. Bu bir yazar olarak beni çok güçlendiren bir şey her şeyden önce. Çünkü farklı farklı tepkileri alıyorum. Fakat insanların hikâyeye, herhangi bir hikâyeye karşı gösterdiği ilgi çok benzer. Kim bu insanlar, niye böyleler, soruları çok merkezde. Ama biz burada o beş yılı yaşadığımız ve tecrübe ettiğimiz için seyirci çok güçlü bir duygusal bağ kuruyor. Almanya’daysa daha dışarıdan, ne olup bittiğini anlamaya çalışan bir ilgi alaka kuruluyor. Yönetmenlerin ele alış biçimleri de farklı. Nuran David’in ele aldığı yer daha, dışarıdan bakıyor gibi ama aynı zamanda anlamak için çok arzuluydu ne olup bittiğini. Her fırsatı değerlendirdi. Oynayacak oyuncu daha önce hiç Türkiye’ye gelmemesine rağmen tiyatro onu Türkiye’ye gönderdi. Çok daha derinleştiler bu konu üzerine. En basitinden şöyle bir fark var. Ben her şeyi sayılarla konuşmayı seviyorum. Bir şeyi ortaya koymak açısından önemli oluyor. Bu oyunun Almanya’daki prodüksiyonunda çalışan oyuncu sayısı otuz yedi. Türkiye’de çalışan kişi sayısı on altı, on yediyi geçmez. Sürekli kadrosuna baktığımızda da o kadar bir fark olacaktır. Sürekli kadrodan kastım da ışık, müzik vs. Çünkü tasarımı yapanla uygulayıcısı farklı vs. Dolayısıyla insan gücü anlamında bir fark oluyor. Perspektif de farklı. Türkiye’den bir yönetmenin ele alış biçimi ile Almanya’dan birinin ele alış biçimi farklı. Sami (Berat Marçalı) biraz daha aşk üzerine gitmek istedi. Nuran ise daha politik kondisyonlar üzerine…
Gülin: Burada bazı şeylere biraz doymuş olabilir miyiz? Onun da etkisi olabilir mi?
Ebru: Bilemiyorum. Politikanın çok içindeydik ve herkesin kendi hikâyesi var bu beş yıla dair.
Gülin: Sahnede izlediğimiz, senin yazdığın hikâyen de aslında kendi hikâyemiz gibi ya da yanımızdaki birinin hikâyesi gibi.
Ebru: Evet, bir yerinden mutlaka değiyor. Almanya için aynı şeyi söylemek çok mümkün değil. Yönetmenler için de geçerli bu bağlamda. Ama ben iki prodüksiyonun da birbirinden farklı olarak farklı etki alanları yarattığını düşünüyorum. Burada sağaltma etkisi var. Bir araya gelip, “biz ne yaşadık ya” diyerek üzerinden geçmek… Çünkü yaşadığımız süreçlerin hiçbirinde ne mutluluğun ne de yasın kendi olağan sürecini yaşama şansımız olmadı. Birey olarak yaşamış olabiliriz. Mutluluk anlarımız, yaslarımız kursağımızda kaldı. Tabii ki ateş düştüğü yeri yakıyor. İnsanların yaşadığı acılardan bağımsız söylüyorum. Ama mesela burada sağaltma etkisi yaşarken Almanya’da daha çok belgesel izleyicisi gibi bakıyor seyirci. Yabancı değiller ama Türkiye’de olan bitene. Farklı açılardan onlar da Türkiye’de olan biteni takip ediyorlar. Sadece basından değil, Türkiye’den kitaplar çok çevriliyor.
Gülin: Orada ilişkilendikleri Türkiyeli insan sayısının artmış olmasının da bir payı vardır belki.
Ebru: Hem kişi sayısı arttı hem de çeşitlilik farklılaştı. Altmışlarda giden işçilerle bugün giden beyaz yakalılar, akademisyenler, sanatçılar da bir çeşitlilik katıyor olan bitene. Dolayısıyla Türkiye’ye dair farklı perspektiflerden tartışabiliyorlar. Hatta şöyle söyleyeyim, biz burada kendi halimizi bu kadar farklı perspektiflerden tartışabiliyor muyuz emin değilim. Almanya’da farklı perspektiflerden Türkiye’ye bakışı çok duyuyorum. Orada şöyle bir handikap oluyor, artık dışarı çıkmış olduğumuz için burada gerçekten ne olduğunu çok iyi bilebiliyor muyuz emin değilim. Yazar olarak da bir ikilem yaşıyor insan. Almanya’da olup Türkiye ile ilgili yazmaktansa Türkiye’de olup Türkiye ile ilgili yazmanın beni bir yazar olarak gerçeğe daha sadık tuttuğunu, kendi gerçeğime daha sadık tuttuğunu düşünüyorum. Öbürü, biraz daha mesafeden bakmak da başka bir şeyler getirecektir.
Gülin: Bunda senin toplumsal gerçekçi oyunlar yazıyor olmanın da etkisi olsa gerek.
Ebru: Büyük ihtimalle. Ben yabancısı olduğum ve uzaktan baktığım şeylerin çok fazla tasvirini yapmaktan hoşlanan biri değilim. Babam, “Kızım sana sobaya gitme elini yakar diyoruz, gidip elini sobaya değdirip yakıyor baba diyorsun”, derdi. Biraz öyle bir tavrım var. Deneyimleyip deneyim içinden yazmak bana daha çok uyuyor.
Gülin: En başta bir jargondan bahsettin. Türkiye’deki tiyatroya dair jargonlarını da merak ediyorum. Nasıl bakıyorlar buraya? Bunu bizden çok fazla giden olması konusuna da bağlayabiliriz. Türkiye’de el üstünde tuttuğumuz bağımsız tiyatroların orada da adının duyulduğunu biliyoruz. Tüm bunları harmanladığımızda o jargon evrildi mi?
Ebru: Benim deneyimim üzerinden söyleyebilirim. Ben Stuttgart Şehir Tiyatrosu ile yaşıyorum bu deneyimi çok yakın zamanda. Stuttgartlılarla daha çok iletişim halindeyim. Orada bir çeşit eyalet sistemi var. Berlin ve Stuttgart deneyimi birbirinden çok farklı. Hem oyun bağlamında hem de yazar bağlamında. Jargon bağlamında da çok farklı. Berlin deneyiminde Türkiye’den o kadar farklı ses ve iş görebiliyorsunuz ki. Dolayısıyla Guernica’nın tablosu gibi. Savaşa farklı perspektiflerden bakabiliyorsunuz. Ama Stuttgart için aynı şeyi söylemem çok mümkün değil. Belki ikinci bölümde yapacağımız konuşmaya bir çengel atıp şöyle diyebilirim, toplumsal cinsiyet eşitliği veya çeşitlilik dediğimiz konular bu anlamda da çok önemli oluyor. Stuttgart’ta ikili bir sistem üzerinden bakıldığı için siyah-beyaz, iyi-kötü karşıtlar vs. üçüncü bir dil kurmaya çalıştığınızda, herkes Türkiye’nin belli bir acısının tekrarını bekliyor sizden. Çok acılar çektik, çok sıkıntılar yaşadık, şöyle şöyle şöyle...
Gülin: Acımak mı istiyorlar?
Ebru: Bize acımak istiyorlar vs... O acı hikâyesini devam ettiren yazarlardan biri olmanı bekliyorlar. Alternatif bir hikâye ortaya konulduğunda, senin de içinde olduğun bir örnekten bahsedeyim mesela, Moda’nın ortasında bir grup aile ‘Başka Bir Okul Mümkün’ diyerek bir okul projesini hayata geçirme iradesini gösteriyorlar. Bu hikâyeyi anlattığın zaman alıcısı yok. Çok enteresan.
Gülin: Umut hikâyelerini sevmiyorlar mı buraya dair?
Ebru: Duymak istemiyorlar bunu. Çünkü bu aynı zamanda o perspektiften baktığınızda inanılmaz bir propaganda. Hepimiz propaganda mağduruyuz. Almanya’da iş yapmanın benim hayatıma kazandırdığı en önemli şeylerden biri bu. Ben de propaganda mağduruyum oradaki seyirci de... Kimin propagandası güçlüyse birazcık o alandan kendini sıyırmaya çalıştığın ilk anda hemen seni düşman addediyorlar. Çünkü şöyle bir şey demeye başlıyorsun, yanlış hatırlamıyorsam Descartes’in sözüydü; “Hiç tavuk görmemiş birine tavuk çizdiremezsin.” Benim yapmaya çalıştığım bu. ‘Benimle Gelir misin?’ oyununda da yapmaya çalıştığım buydu. ‘Benimle Gelir misin?’ Türkiye’nin yaşadığı beş yılı inkâr eden bir oyun değil. Ama onların alışık olduğu dilden anlatan bir oyun da değil. Orada Türkiye’den bir kadın var bütün bu mücadelenin içerisinde kalıp yoluna devam etmeyi seçen biri. Bir taraftan baktığımızda da onların hikâyesine gedik açıyor. Aslında onların hikâyesinde o kadının Almanya’ya gelmesi, ‘özgür Avrupa’da kendisini ifade etmesi gerekli. Bir mücadele dili yaratmaya çalışıyor. Dolayısıyla Türkiye’den geldin bize akıl mı veriyorsun gibi bir durum var. Ne Türkiye’den gelmiş olmak ne de akıl vermek gibi bir niyet yok. Ben kendi hikâyeme sadakat gösteriyorum dediğim zaman da bu hikâye anlatılan bir hikâye değil; çeşitlilik 101’e hoş geldiniz, ne kadar çok hikâye duyarsak Türkiye’ye Almanya’ya dair o kadar iyi. Ben yaptığım röportajlardan birinde Schindler’in Listesi filminin benim için ne kadar önemli olduğunu söylemiştim. Yayınlamadılar bunu. Artı değer yaratan bir yerden söylemiştim. Ben hep şunu sorguluyordum; 2. Dünya Savaşı yaşanırken insanlar hiç mi yardım etmediler Yahudilere? Bu benim zihnimi çok kurcalıyordu. Çünkü iyilik ve kötülük tartışması anlamında önemli bir nokta. Schindler’in Listesi filmi bu insanların da var olduğunu gösteren önemli bir doküman. Birazcık Schindler’in listelerine alan açmamız lazım. ‘Benimle Gelir misin?’ de bu alanı açmaya niyetli oyunlardan biri. Anlatılan iki ana hikâye var. Taraftarlar ve karşıtlar çoklar. Ben bunları reddetmiyorum ama siz de benim hikâyemi reddetmeyin. Çünkü üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı yollar da var. O yüzden biraz zorlanıyorum ama olsun.
Gülin: Türkiye’den, kendilerine sahneleme adına alan bulamadığı için Avrupa’ya gitmeye çalışan ya da gitmiş kişiler var. Bunu biliyoruz. Şunu sormak istiyorum. Oranın varlığı burayı etkiliyor mu?
Ebru: Pozitif değer katıyor bence. Şu yüzden katıyor; bu sınırları da kendi deneyimimde kaldırmaya çalışıyorum. Orası burası diye bir yer yok. Olmaması da gerekiyor. İçinde yaşadığımız dünyada Putin’in, Trump’ın olduğu dünyada ben kendimi Alexander Cortes’le yan yana hissediyorum. ABD’de bir vali ile yan yana hissediyorum. Greta ile aynı nazardan dünyaya bakıyorum. Dolayısıyla kendi yaptığım işe de burada ya da oraya yapıyorum gözüyle bakmıyorum, hele ki söz konusu tiyatroysa.
Gülin: Hoş bir hatırlatma olmayacak belki ama vize alamadığın için gidemediğin zamanların da oluyor. O zamanlarda sınır yüzüne sert bir şekilde çarpıyor muhtemelen. Umut ettiğimiz tabii ki başka, sınırsız bir dünya.
Ebru: Çok sert çarpıyor tabii ki. Ama şunu demek istiyorum. Zihinsel olarak o bariyeri kaldırmak lazım. Sanatını eğer orada yapabiliyorsan, şimdi orada yapıyorsun ve yarın başka yerde yapacaksın diyerek üretmeye devam etmek gerektiğini düşünüyorum. Kültürel birikim böyle olur. Almanya’nın kültürel birikiminin büyük bir kısmı 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın içerisinde üretilmedi sonuçta.
Gülin: Diğer ekiplerle de bir araya geliyor musunuz? Mirza Metin, Ufuk Tan Altunkaya ilk aklıma gelenler.
Ebru: Birtakım projelerde karşılaşıyoruz. En son Yeşim Özsoy da vardı hatta. Ceren Özcan’ın oyunu Nürnberg’de oynuyor. Arkadaşlarımın isimlerini ve yaptıkları işleri duyuyorum tabii ki. Beraber bir iş üretemedik henüz, aynı anda orada olamadık. Ama bizi aynı projelere koydukları oluyor. Yan yana gelip fikir alışverişinde bulunuyoruz.
Gülin: Burası ya da orası konusunu kafayı takmış genç oyuncular için belki ufuk açıcı bir konuşma olmuştur. Çok teşekkürler.
(İlk bölümün sonu)